28 Şubat’ın bedelini imam hatip öğrencileri de ödedi

Cumartesi günkü yazımda 4+4+4 tartışması ile gündeme gelen imam hatip liselerinin ne tür liseler olduklarını, insanların neden tercih ettiğini ve darbelerden nasıl etkilendiklerini yazmıştım. Bu yazım ise biraz imam hatip öğrencileri hakkında.

Dini, muzırlığa alet etmek 
İmam hatipte, öğrenciliğin şanından olan muzırlıklar da farklılaşıp, dini bir içerik kazanır. Mesela kötü geçen bir biyoloji sınavında ‘eşeriya koli’ bakterisiyle ilgili sorunun cevabını bilmiyorsak, “Zayıf alacağım bari eğleneyim” diyerek ‘hikmet-i hüda’ yazdığımız olurdu. Biz kız öğrenciler üzerinde düzen sağlamakla görevli bir müstahdem hanım vardı. Yemekhanede yemek döküp müsriflik ediyor muyuz, erkek binasına başıboş gidiyor muyuz, uygunsuz kıyafetle geziyor muyuz gibisinden.. Bize yemek, namaz ve oyun için verilmiş bir buçuk saatlik öğle teneffüsünü bir grup arkadaşın oyun ve oyun olarak değerlendirip, yemek ve namaz konusundaki asayiş bozuklukları bu hanımın gözünden kaçmamıştı. Bir gün bizi sıkıştırdı, “Bundan sonra yemek dualarını siz yapacaksınız”’ dedi. İçimizden biri ‘hay hay’ diyerek kendiliğinden duaya başladı. Ama dua bitmek bilmedi, etti, etti, etti, tabaklarda karnıyarıkların yağları dondu, gözler kaşıklarda ve çatallarda gezdi, sonra tövbe haşa bir daha kimse bizden dua etmemizi istemedi.
İmam hatip lisesine atanmış, her tür görüşten hocalarımız olurdu. Bizlerse ne olursa olsun öncelikle insanî ilişki kurabildiklerimizi severdik. Genelde şu sözü de çok duyardık: “İmam hatip lisesine çok önyargıyla geldim ama buraya gelince çok rahat ettim”. Mesela fen laboratuvarının her duvarını Atatürk ’ün bilimle ilgili sözleriyle dolduran ve bizlere bilimin aydınlığı ve dinin dogmaları ile ilgili laflar sokan fen hocasının ne yapmak istediğini pek kavrayamıyorduk. Eğitim böyle bir şey sanıyorduk. İlkokuldan, birinci sınıftan beri buna alışmıştık çünkü, susuyorduk. Bir gün bu fen hocası, deriye rengini veren şeyleri işlerken “Zenciler neden siyah” diye bir soru sormuştu. Ben de hususi, “Hocam onlar günah işlemişler, Allah da onları lanetlemiş, öyle kara olmuşlar dedim.” Hoca çıldırdı elbette, üstelik ben de argümanımda ısrar ettim. Ne o zaman ne şimdi, asla ne böyle bir şey düşündüm ne de böyle bir şey düşünülen bir ortamda büyüdüm. Sadece hocanın benim böyle düşünebileceğime inanabileceğini hissediyor ve bununla eğlenmek istiyordum.90’ların sonlarına doğru benim okuduğum imam hatip lisesi üst üste üniversite sınavında birinciler, ikinciler, üçüncüler, dereceler çıkarmaya başladı ve bir anda çok prestijli bir okul haline geldi. Bizler o yıllarda bu parlak başarılara imza atan imam hatip lisesinin, durumun tadını çıkaran öğrencileriydik. Sonraları da 28 Şubat’la bu durumun bedelini ödedik.
Okulun artan ünü okulumuza bir tek yeni öğrencileri çekmedi, bir anda gazeteciler de gelmeye başladı. Bizleri defalarca haber yaptılar; Amerika’yı keşfe çıkmış İspanyollar gibi meraklı, hevesli ve tacizkârdılar. Bu yıllar, yani 90’ların ikinci yarısı aynı zamanda siyasal İslam’ın yükseldiği yıllarmış, sonra kitaplar böyle yazdı.

90’larda imam hatipli olmak 
Okula gelip Atatürk hakkındaki fikrimizi soran Le Monde gazetesi muhabirine ‘our national hero’ demiştim. Aslında o an ilgilendiğim tek şey orta üçüncü sınıf öğrencisi olarak kendimi İngilizce ifade etmiş olabilmekti. Bir arkadaşımız daha vardı, yabancı bir ülkede büyüdüğü için su gibi İngilizce konuşurdu, o da muhabire bir çırpıda ve süper bir aksanla inancımız için örtündüğümüzü falan anlattı. Bununla da gurur duyduk elbette, oh olsun o muhabire, dedik. Meşhur Times dergisi de gelmişti. Kuran dersindeydik. Pek bir şey sormadılar, zannederim önlerinde Kuran olan başörtülü öğrenci görüntüsü yeterliydi. Zaten dergide tam da böyle bir resim bastılar. Gelen ulusal gazeteciler de ne hikmetse ya Kuran ya Arapça derslerinde gelirlerdi. Tahtaya o ders için yazılmış ‘ene zeheptu ilel musteşfâ’ (ben hastaneye gidiyorum) gibi bir Arapça cümleyi veya Kuran’dan bir yeri yüksek sesle hep birlikte okumamızı isterlerdi. “Hayır, biz böyle ders yapmıyoruz” diye itiraz ederdik. Bağıra çağıra Arapça bir şeyler söyleyen ve başörtüsü takan gençlerin görüntüsü bir kesimi buz etmeye yettiğinden, alt metine dahi ihtiyaç olmasa gerekti, yazık ki, yerde oturmuyorduk. Bize, “Arapça bir şeyler söyleyin” derlerdi, bu da olmazsa sallanarak Kuran okuyan öğrenci görüntüsü de idare eder kıymetteydi.
Okul bu çekimleri hem bir prestij vesilesi görüyor hem de kendimizi düzgün ifade etmemiz için elinden geleni yapıyordu. Bizlerse bu misyonu çok yüklenememiş olsak gerek ki, bir gün yemekhanede yemek yerken çekim yapan bir kameramana “Biliyor musunuz, siz geldiğiniz için bizlere çatal ve kaşık koydular, aslında elimizle yiyoruz” dedim, buna inanıp haber yapmasını ise çok istedim.
Bir de gelip kimya laboratuvarımızı ve okulun her yerini çeken bir program oldu: 32. Gün. Haklarını yemeyelim. Hepimiz laboratuvarda toplandık, önlükler giydik, bir hafta öncesinden çok artistik deneyler öğrendik. İmam hatip gençliği çok bilimsel olmalıydı. Gün geldi çattı, 32. Gün laboratuvarda 1 saat çekim yaptı. Sonra bu görüntüler 5 saniye olarak yayımlandı ve ben bu görüntülerin 1 saniyesinde tüp çalkalarken arz-ı endam ettim. Daha ziyade nereye gidiyor bu imam hatipler, bunlar da nereden çıktı böyle şeklinde dönen bir muhabbetin nesneleri olarak göründük. Bir de görüşleri alınmak için sınıfımızdan en aklı başında öğrenciler seçilip götürüldü. Bu aklı başında arkadaşlarımız muhakkak ki pek çok şey söylemiş olmalılar ama bunların içinden 32. Gün ekibi bir ifadeyi kesmişti: “Bence onlar bir kaos içinde”. Bu da imam hatipli gencin, kendisi için pek de iyi şeyler düşünmediğini bildiği ‘diğerleri’ hakkındaki fikriydi. Soru zaten bu önkabulle sorulmuştu, diğerleri hakkında ne düşünüyorsun? Yıllar sonra bu anıyı hatırlayıp, en azından o yaşta kaos maos gibi kelimeler biliyormuşuz diyerek gülecektik… Biz böyleydik işte.

 

The article was published in radikal.com.tr 16/04/2012